KEDİLERDEN BAŞKA GÖREN OLMADI
Özgür gökyüzünde pembe bir renk
cümbüşü vardı. Güneşin ziyaları yaşlı kontesin gözlerine ulaşıyor, oradan da
ruhuna dokunuyordu. Bir anne şefkatiyle ısıtıyordu kontesin bedenini. Ancak
kalbini ısıtamıyordu, kalbindeki uzun yıllar buz tutmuş tabakayı eritemiyordu.
Dün gece bütün vücudunu kasıp
kavuran karmakarışık duyguları yüzünden uyuyamamıştı. Yaşlı kontesin üzerinde
ağır bir kasvet duygusu vardı. Solgun yüzü ve morarmış gözaltları uyumadığını
belli ediyordu. Aynı anda nefret duygusu bedenini sarabilirken nasıl mutlu
hissedebilirdi ki?
Bu soruların cevabını aramaya
çalıştığı her an düşünceleri havada asılı kalıyordu. Aklı geçmiş anılara
kayıyordu. Her defasında genç ve güzelken birlikte olduğu adama kayıyordu
düşünceleri. Onunla geçirdiği güzel günlere, yaptığı hatalara ve adamın onu
terk edişine.
Bir zamanların güzel ve çekici
kontesi aptal bir deniz feneri nöbetçisine âşıktı. Ruhuna âşık olduğu adam ile
bir yalıda karşılaşmışlardı. O gün genç kontes bakışlarını hemen karşısındaki
iri cüsseli adamdan ayıramıyordu. Korkutucu derecede güzel yüz hatları, ateş
gibi yanan cüretkâr bakışları ve dolgun dudakları. Adam elindeki mitolojik
kitaba tüm dikkatini vermişti. Genç kontesin ise ilgisini çekmişti bu kitap.
Yalı yemeğinden ve saray içi
konuşmalardan sıkılan genç kontes Belle kendinden emin şekilde ayaklanmıştı.
Kont onun üzerinde kızgın bakışlarını gezdirirken peçeteye dudaklarını silmiş
ve çantasını alarak kapıdan çıkan adamı takip etmeye başlamıştı. Genç adamın peşine düşmüştü.
Genç ve yakışıklı adam ara sokağa
girerken Belle yaptığının yanlışlığını düşünüyordu. Artık yaşamaktan o kadar
bıkmıştı ki; kendine yeni bir macera arıyordu.
O gün havada hafif bir meltem
vardı. Dükkanların ışığı sönmüş geriye sadece sokak lambalarının loş ışıkları
kalmıştı. Ay ise korkakça bulutların arasına gizlenmişti.
Kontes Belle cesaretini toplayıp
iri cüsseli adama seslenmişti. Adam arkasını döndüğünde kontesin içinde hafif
bir ürküntü oluşmuştu ama bunu bastıran bir duygu vardı. Farklı ve içini yakan
bir duygu...
Aşk.
Sadece bir saatte gördüğü adama
aşık olmuştu.
Adam temkinli ve boğuk sesiyle
“Efendim?” dedi.
“Kitabınızı gördüm ve merak
ettim.” dedi Kontes. Genç adam bilmişçe dudaklarını araladı.
“Beni gördünüz ve merak ettiniz.
Kitabı ise bir bahane olarak kullanmak istediniz değil mi?” dedi.
Genç Kontes Belle’nin ruhu
şaşkınlık doldurdu. Loş ışık altındaki adamın dudakları kıvrıldı.
Tatlı bir esinti genç kontesin
bedenini yaladı ve geçti. Tüyleri diken diken olurken “Evet.” dedi. Kontesin
tüm sezgileri yüzünden okunur hale gelmişti.
“Ne istiyorsunuz, Kontes?” dedi
genç adam.
“Sadece konuşmak.” dedi. Endişe
içinde cüretkârca adamın yüzünde gezindi bakışları. Ruh hali ve yüz ifadesi tamimiyle
tezat düşüyordu.
Adam elleri ile oynayan Belle’ye
bakarak “Olur.” dedi. Kontes derin bir nefes vererek, rahatlamış bir ifade ile
adamın yanına ilerledi.
“Gilbert.” dedi adam ve kontesin
önünde eğilerek eline buse kondurdu. Kontesin eli gıdıklanmıştı. Adamın
dudaklarının değdiği yer ise alev almıştı.
İkisi de ağır adımlarla az
ilerideki taşlı yola ilerlemeye başladılar. Artık loş ışıklar yoktu sadece
derin bir alacakaranlık vardı.
Kontesin üzerindeki gül kurusu
elbise Gilbert’ın dikkatini çekmişti. Bildiği tüm kontesler renkli giyinirdi,
neden bu kontes böyle giyinmişti? Bildiği kontesler makyaj yapardı, o neden
yapmamıştı, kontesler saçlarını topuz yapar önlerinden bukleler bırakırdı ama o
neden yapmamıştı? Gilbert bunların cevabını öğrenmek istiyordu. Öğrenmek için
adeta yanıp tutuşuyordu.
“Nerelisiniz?” kontesten çıkan bu
soru Gilbert’ta garip bir izlenim oluşturmuştu.
“Deniz fenerliyim.”
Kontes kıkırdadı.
“Bende şatolu.” dediğinde Gilbert
içinde tutamadığı soruyu sordu.
“Sizin farkınız nedir Kontes?
Neden bu denli üzgün ve sadesiniz? Neden bıkmış gibi duruyorsunuz? Sebebi
nedir?”
Kontes Gilbert’ın sorusu ile
afallamıştı. Ne diyebilirdi ki? Neden üzgün olduğunu nasıl anlatabilirdi? O
bile bilmiyorken nedenini...
“Deliliğimdendir belki.” diye
mırıldandı Kontes.
“Deli olduğunuz aşikar.”
“Ben bilemiyorum. Ben Kontes
olmaya uygun değilim. Oturduğumuz yalıdaki masaya ve halk ile konuşmaya alışkın
değilim.”
“Size Ulaşılmaz Kontes diyorlar,
neden?”
“Onlar benimle arkadaş olmaya
çalışmıyor, bende onlarla. O yüzden.”
Gilbert anlayışla kafasını
salladı.
İlerilerindeki kocaman taş kayaya
ilerlediler ve oraya oturdular.
“Hayat bu kadar muhteşem
olmasaydı, çiçekçiler gül satmasaydı, parfümcülerin hoş kokulu dükkanları boş
olsaydı, belki bir ihtimal seni sevebilirdim.”
Gilbert’ın dudaklarından dökülen
cümleler Belle’yi gülümsetmişti.
“İnsanlar kan dökmeyi
bıraktığında, dünyanın yaraları sarıldığında belki sizi sevmeyi bırakırım.”
Böylece Kontes’in aşkı ölümsüzlüğe
adını yazdırmıştı. Çünkü dünyada dökülen kan asla durmayacaktı. Her geçen gün
birileri ölüyordu. Dünya her geçen gün daha kötü bir yer halini alıyordu.
“Aşk aptallıktır. Benim gibi
birine aşık olmak ise deliliğin kanıtıdır.”
O gece çiçekçiler gül satmayı
bıraktı, güllerin yerini papatyalar aldı. Parfümcülerin hoş kokulu dükkanları
iflas etti ve kapandı. Ama Gilbert ve Belle’nin bundan haberi yoktu.
Ağlama hissi Belle’nin tüm
vücudunu kavradı. Sevilmemek ne kötü duygu diye geçirdi içinden. Kimsenin onu
sevmemesini umursamazdı eskiden ama bir saat içinde aşık olduğu adamın onu
sevmemesi canını yakıyordu.
Sevilmemek ne kötü bir şeydi öyle.
Yalnız hissetmek ve kalbinin kan sızdırması.
Bir süre sessizlik oldu. İkisi de
alacakaranlıkta birbirlerini incelediler. Sonrasında uzaktan bir “Belle!” sesi
duyuldu. Kont ve arkadaşları Belle’yi bulmaya geliyorlardı.
“Kaçalım.” dedi Belle
ayaklanırken. Gilbert hızlı şekilde Kontes’in elini kavradı ve sağ yola saparak
koşmaya başladılar. Elleri kenetli, ciğerleri patlayana kadar, alacakaranlığın
altında koştular. Bir yaz akşamında deliler gibi koştular. Ve o gece onları en
son sokaktaki beyaz, siyah ve sarı kediler gördü.
Durduklarında Belle’nin
vücudundaki kan neredeyse dışarı çıkacaktı. En son bu denli mutlu hissettiğinde
babasının tarlasında papatya tacı yapıyordu. Sarı bukleli saçlarının arasa
papatyalar koyuyordu.
“Aslında bilir misin, benim hep
bir hayalim vardı. Paris’e yerleşmek ve basit bir evde oturmak.” dedi Gilbert.
“Gidelim.” dedi Belle.
“Olmaz. Sen gelemezsin.” dedi
Gilbert kaşlarını çatarken. Belle üzgünce bakışlarını yere sabitledi.
“Bir gün geri geldiğimde
yapabiliriz ancak bunu. Şimdi evime gitmem lazım.” dedi ve alacakaranlıkta
gözden kayboldu.
“Gitme. Yalvarırım.”
“Lütfen gitme.”
Çaresizce yerde oturup ağlarken,
göğsündeki o lanet ağrıdan nefret etti. Kalbinden nefret etti, yakışıklı
adamdan nefret etti. Kendinden nefret etti.
O gece kontes herkesten nefret
etti. Etrafındaki her şeyden nefret etti.
Ama en çok aşktan. Kalbinin
kırılmasından ve ondan...
Aradan yıllar geçmiş Gilbert geri
gelmişti. Kontes onu gördüğü ilk anda ne kadar yaşlanmış olduğunu fark etti.
Bekleyiş onun saçlarına aklar düşürmüştü. Ama dudakları halen kırmızıydı.
Yüzünde hasret kaldığı gülümsemesi vardı. Hadi gidelim diyordu. Ama kontes
aşktan nefret ediyordu. Ondan nefret ediyordu. Nasıl gidebilirdi ki?
“Belle kahven soğudu.”
Gilbert elindeki kahveyi
yudumlarken, Belle hafifçe gülümsedi. Yanında oturan Gilbert’ın varlığını
tamamiyle unutmuştu.
“Kalkalım. Tren birazdan kalkar.”
dedi Belle.
Paris’e gidiyorlardı. Aşkı yeniden
sevmeye.
Yorumlar
Yorum Gönder